Akşamüstü hava karamaya başlamış, ortalık işlerinden eve dönmeye çalışan insanlarla dolmuş. Otobüs duraklarında uzun sıralar oluşmuş, havada kar kokusu var. Belli ki ya bu gece, en geç yarın sabah kar bastıracak. Belki okuldan dönüyorum, belki de indirim zamanı alışverişe gitmişiz annemle, paketleri yüklenmişiz, eve dönmeye çalışıyoruz. Otobüs sırasına girmiş beklerken o tanıdık koku geliyor burnuma, kış aylarının en sevdiğim yiyeceklerinden birisi, kömürde kestane...
Her ne kadar on yıldır Moskova’da yaşasam, bu şehri çok sevsem ve alışmış olsam da bazı alışkanlıklar var ki asla vazgeçilemiyor. Soğuk kış günlerinde kalın kabanlar üzerimizde, beremiz, atkımız eldivenlerimiz sıkı sıkı giyinmiş Tunalı’yı arşınlarken annemle, yanından geçtiğimiz kestaneciden yüz gram kestane almak gibi. Soğuktan ellerimiz donarken sıcacık kestanelerin elimizi yakmasını hissetme Eldiveni çıkarsanız sıcağından yiyemezsiniz, giyseniz kestaneyi ayıklayamazsınız, ama o ikilem arasında dişinizin kavuğuna bile girmeyen, asla yeterli gelmeyen, yarısı çürük olduğu için giderek azalan kestanelerin tadına varmak. Kestane kokusu ile karın yaklaştığını müjdeleyen havanın kokusunun birleşiminin, gezmekten yorgun düşen ayaklarımızın ağrısını unutturması. Otobüs geldiğinde önden binmeye çalışıp boş yer bulma çabası. Kese kağıdındaki kestaneler teker teker tükenirken, hiç bitmesin isterken, iki katlı halk otobüsünün Necatibey caddesinde sıralanmış ağaçlara vuran tavenının yıkırtılı sesi. Gece ışıkları altında aydınlanan tanıdık yollara başın cama yaslanmış bakarken göz kapaklarının ağırlaşıp o tatlı, geçici tavşan uykusuna dalış. Ara ara bir türlü birbirinden ayrılmak istemeyen o göz kapaklarını birbirinden ayırıp hangi durağa geldiğine bakma çabaları ve son olarak apar topar telaş içinde, hiçbir paket eksik olmasın diye defalarca ellerimizdekilere bakıp kendimizi otobüsden atışlarımız.
Kış mevsiminin Ankara’da olmazsa olmazlarından birisi daha, eşimle uğramadan dönmediğimiz bir başka lezzetli durağımız Akman pastanesi. Önce Yükseldeki Dost’a (Dost kitap evi) mutlaka uğranır, kitaplar, cd’ler ve tabi dergiler yüklenilir, ardından üşüyen vücudumuza Akman’dan bol tarçınlı salepler ikram edilir. Öyle sıcak gelir ki aslında biraz soğusa dersiniz ama bir türlü onun soğumasını bekleyemez, sabredemezsiniz. Anında tarçınlı üstü kaymak olur, ilk yudumu alır almaz sanki bütün iç organlarınız kavrulur ama o lezzet hiç bir şeye değişilmez o an. O salep neler neler yaptırır insana bir bilseniz. Moskova’ya ilk geleceğim zamandı ve “ Moskova’da salep yok. İçmeden şurdan şuraya gitmem” diye şımarık kız çocukları gibi tutturmamın ardından ilk gördüğümüz pastaneye girdiğimizi hatırlıyorum. Salebin içimi dışımı saran mis kokulu dumanı beni nasıl büyülediyse, eve dönene kadar o çok önemli eksiği bile farketmemiş olmama hala şaşarım doğrusu. İçinde pasaportlarımız ve uçak biletlerimizin olduğu kol çantam... Pastanenin sahibi beyi hala şükranla anarım, çünkü pasaport ve biletleri görünce özenle kasaya kilitlediği çantamı benim için saklamıştı.
İşte şu sıralar Moskova sokaklarında aklıma hep bunlar takılıyor. Sanırım Türkiye zamanım, dahası Ankara zamanım geldi çattı. Türkiye’ye gitmeme zaman az kalınca hep hissettiğim şeyler aslında. Ama işin garibi tatil biraz uzun sürse aynı hisleri bu defa Moskova için Ankara sokaklarında hissetmiyor muyum? Evden geç kalma telaşıyla kahvaltı bile etmeden çıkıp, metro yanındaki büfeden fırından yeni çıkmış peynirli sloyka alırkenki hislerim, ya da içimin titrediği bir anda metronun kapısından yüzüme vuran yumuşacık sıcaklık. Erken kararan kış günlerinde, eve gelir gelmez pencerenin önünde yediğim siyah böğürtlen reçellü tvarajok ya da sokakta düşmemek için penguenler gibi yürüyüp sonra da arkadaşlarla kendimizi attığımız kafelerden birinde içtiğimiz sıcak kakao. Dışarda lapa lapa kar yağarken, sıcacık Basco Cafe’nin penceresinden kızıl meydana karşı içilen yeşil çaylar.arkadaşıma giderken markete uğrayıp aldığım Medovik pastanın, bembeyaz Moskova’yı pencere kenarında seyrederken damağımızda bıraktığı tad. Bir restoranın salata menüsünden seçim yaparken yapılan klasik konuşma: “Niye Türkiye’de bu Ruslar!a ait leziz salatalara Amerikan Salatası derler ki ne alakası var?” Aslında sanırım Türkiye’de sadece askeri orduevleri ve benzeri yerlerde sadece o salataya hakkıyla Rus Salatası diyorlar.
Yani bu iş öyle tek taraflı bir olay değil benim için anlaşılan. Ne yardan geçerim ne serden hesabı. Ne Moskova’nın kış lezzetlerinden ne de Ankara’nın kış lezzetlerinden geçebiliyorum anlaşılan. Eh ne yazık ki Kömürde kestane ardından tvarajok yiyebileceğim ya da peynirli sloykaya salebi eşlik edebileceğim bir yer henüz yok ne Moskova’da ne Ankara’da. Bu durumda Moskova’dayken Ankara’yı, Ankara’dayken Moskovayı özlemeye devam. İşin sırrı da bu galiba, işin içine özlem girince herşey çok lezzetli oluveriyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder