21 Aralık 2007 Cuma

Son biberin şerefine

1932 km geride neler bıraktım? Aile büyükleri, ailenin diğer üyeleri, bir ev, çoktan satılmış olan bir araba, beyaz eşyalar, mobilyalar, birçok arkadaş, hala görüşmeye devam ettiğimiz birkaç arkadaş, güzel yiyecekler, İstanbul trafiği, öğretmenlik hayatı... Listeyi uzatabilirim daha. Şimdi bir de şöyle düşünelim, 1932 km geride bırakıp da bıraktığıma üzüldüğüm neler var? Aile büyükleri ve diğer aile üyeleri, birkaç arkadaş. Araba çoktan satıldı, satılmamış olsaydı da eskiliğinden yakınacaktık, birkaç arkadaş dışındakiler bize gözden ırak olunca gönülden de ırak oldunuz mesajı çektiler, ev artık ailemizin büyüklüğünü düşününce yetmez durumda, içindeki eşyalar eskidiler, buradaki yemeklere alıştık, trafik derseniz en alası zaten burada var, öğretmenlik bitti ama başka meslek dallarına geçtik derken elde var ne? Hasretin yoğurdu hayatın gerçekleri...

Son zamanlarda biraz durgunluk vardı aslında bende. Çok düşünür olmuştum geride kalanları. Sonra burada da pek çok şeyi geride bıraktığımı farkettim. Acemilik, çekingenlik, “hayır” diyememe sendromu, alınganlık, hassaslık... Tabi bunların hiçbiri kendiliğinden çıkıp gitmediler hayatımdan. Şebnem Ferah bir şarkısında “Son günlerde çok düşünür oldum, Zor zamanları çabuk atlatır oldum. Hayatıma giren herkese, Yaşanmış her şeye, Teşekkürler büyüyorum sizinle” diyor ve ne güzel de ifade ediyor. Biz de büyüdük geride bıraktıklarımızla. Moskova’ya geleli ne çok kişi gelmiş, ne çoğu gitmiş, kimisi unutmuş, kimisi unutulmuş. Hatta hergün gördüklerimiz bile bakar kör olmuş, anlayışsız olmuş, kendi derdinde olmuş, belki kendi halinde olmuş ya da başkasının halinden anlamaz olmuş hatta şehrin içinde kaybolmuş. Ama demek ki böyle büyüyor insan bir şekilde.

Nerden gelmiştim ben bu noktaya?

Ah hatırladım şimdi... Şu son biber olayı. Geçenlerde arkadaşta yemekteydik. Her hafta sonu olduğu gibi yani. Hep diyorum ya burada bizler birbirimizin ailesi, anası, babası, kardeşi, yoldaşıyız. Öyle kadehler beyaz beyaz tokuşurken masanın üstünde, yine yoldaşlık yapıyoruz birbirimize, yoksa geçmez hayat yalnız, dostsuz, kadehsiz, sofrasız, sohbetsiz ne Moskova’da ne de dünyanın bir başka yerinde...Beyaz kadehler tükenirken teker teker, derin sohbetler, şakalaşmalar, bazen hüzün, bazen keyif hepsi birbirine giriyor, sofradaki yemekler teker teker tükeniyor derken, hayat akıp gidiyor masanın altından. Ah şu güzel memlekette bir de her aradığımızı, her aradığımız zaman ve her aradığımız yerde bulsak değil mi? Ama belki de işin tadı ondadır. Hani az bulununca kıymete biniyor herşey ya... Bir de bakıyoruz ki taa Türkiye’den gelmiş, arkadaşımız tarafından gizlenip saklanmadan, hiç düşünmeden kızartılmış, sarmısaklı yoğurtla döşenmiş biberlerden sadece bir tane kalmış...

Son biber...

Herkes birbirine bakıyor ama kimse kıyamıyor biberi yemeye. Herkes birbirine ikram derdinde ve çıkıp birimiz son biberi alıp yanındakine uzatıyor. Al arkadaşım diyor, son biber senin olsun ve yeniden beyaz kadehler kalkıyor, tokuşturuluyor. “Son biberin şerefine”

O son biber aslında günün içindeki en önemli şey o anda. Hani az bulununca kıymete biniyor herşey ya... Dostluklar gibi yani... Son biberi, günün son saatlerini, son kadehi, son gülüşü, son güveni, son şefkati, son anlayışı, son affetmeyi, son... Belki de hiçbirinin sonu olmadığı için... Çünkü dostluk kayıtsız ve şartsız, kinsiz ve hesapsız, çünkü dostluk sonsuz olduğu için. Hatta dilini konuştuğun memleketinden 1932 km uzaktayken bile. Aslında, özellikle memleketinden 1932 km uzaktayken...

O zaman buyrun, son biberi size ikram ediyorum dostlarım, son biberin şerefine içelim...

17 Aralık 2007 Pazartesi

Canavarın uyandığı an...

Moskova Uluslararası Kadınlar Kulübünün her kış, yeni yıl öncesi büyük bir kermesi oluyor. Pazartesi günü de yine kermesin yolları taştandı haliyle... Eh alışveriş olur da biz bayanları kim tutar? İlk zamanlar bu kermes bana otantik bazı eşyaları bulma fırsatıydı. Oldum olası ülkelere ait otantik şeylere bayılmışımdır. Eh bundan 7-8 yıl önce uygun fiyata bu tarz ürünleri burada bulmak çok zordu. Bu yüzden de asla aksatmadım bukermesi. Üstelik kermesin amacı da alışveriş çılgınlığının edepsiz yüzünü bir parça da olsa gölgeliyordu. Evet biliyorum, bu bir bahane olamaz. Yardım amaçlı bile olsa alışveriş...alışveriştir işte...

Ancak zamanla işin rengi değişmeye başladı. Artık Moskova’da bulamadığınız bir otantik eşya kalmadığı gibi bu kermes de gittikçe pahalı bir hal alır oldu. Yine de işin ucunda sadece yılda bir defa düzenlenenm bir kermes var ve eğer bugün gitmezsem ne yaparım sonra 1 yıl boyunca... İşte alışveriş canavarının canlandığı andır... ne kadar bastırmaya çalışırsam çalışayım, o içimden kibirli ve kendini beğenmiş edası ile çıktı bir kere laf dinletemem ki... Her yıl bunun mücadelesini verir, içimdeki IWC Kış Kermesi canavarına laf dinletmeye çalışırım, olmaz. Ama birkaç yıldır işin püf noktasını buldum sanırım. Kendime bir hedef belirledim. Yoksa yakında Moskova’ya gelen bütün tuıristler müze gezi programlarının içine benim evimi de dahil etmek zorunda kalacaklardı. Bundan 3 yıl önce kermesde bir o yana bir bu yana koşturup benim alışveriş canavarımın diğerlerinin arasından sıyrılıp, standlara yanaşabilmek için iki yanındakileri itekleyerek sıkışmaya çalışmasını izlerken birden silkelenme ihtiyacı duydum. Ne yapıyorum ben? İşte tam o sırada iki masa ilerdeki Senegal masası gözüme ilişiverdi. O ne güzel masklardı öyle. Evet çok ucuz değillerdi ama her biri birbirinden güzel göründü gözüme. Evde 2 yıl önce aldığım Kamerun maskesi geldi ve Türkiye’de yaşarken eşimin Etiyopya’dan getirdiği büst canlanıverdi benliğimde. İşte amacımı bulmuştum... Mask kolleksiyonu yapacaktım ve buna şu anda başlayacaktım. O andan itibaren kermesde stand kurmuş diğer tüm ülke masaları gözümde silindi. Artık sadece Afrika ülkeleri ilgimi çekiyordu.

İşte o gün bu gündür amacım bellidir, hedefim Afrika masalarıdır. Aslında heryerde mask bulmak mümkün ama işin sırrı o maskları geldiği ülkenin insanından sorarak ve öğrenerek almada. Geçen yıl Senegal standından aldığım bereket maskı gibi. Hoş gerçi bu maskların çoğu ya bereket getirsin ya da savaşçı ruhu ortaya çıkarsın diye ama işin zevki ne biliyor musunuz? Eve gelip de maskların asılı olduğu duvara bir yenisini asıp karşısına geçip “Süper oldu” demek. Artık duvarımda 2 Senegal, 1 Kamerun, 1 Kongo ve bir de hangi ülkeden aldığımı hatırlamadığım masklarım var. Tabi artık akıllandım, maskı aldıktan sonra hemen bir kenara not ediyorum nereden aldığımı.

Kermese gelince. Her yıl olduğu gibi bu yıl da tüm kermesi tek tek gezdik arkadaşımla. Sadece bir defa gezebildik. Bunu özellikle belirtiyorum çünkü genellikle arkadaşlar olayın abartısına kaçıp birkaç defa yeni birşeyler bulma umudu ile geziyorlar. Tabi o da mantıklı bir yaklaşım, o kalabalıkta görmediğim pek çok şey olduğundan eminim. Ama zaten bu tarz alışverişlerde bence ilk görüp vurulduğun doğru seçimdir. Zaten fark etmeden bilinç onu görür görmez seçmiştir ve bu durumu bulandırmanın anlamı yoktur. Maskımın dışında, bir adet Türkmen el yapımı ipek kilim aldım. Kilimlere olan ilgim ta çocukluk yıllarıma dayanır ve her sene kermesde kilim, halı türü ürünler çeşitli standlarda olur ancak ben hiç almak için istek duymazdım. Ama bu kilimi görür görmez naturel renkleri resmen beni cezbeddi. Tabi bir kermese gelip de bebek almadan da omaz. Elif ve ben birer Ukrayna bebeği aldık. Pek iyi hatırlamamkla birlikte ya Peru ya da Meksika standından da yine birlikte duvar panosu. Zaten ikili satılıyorlardı, bir paket alıp paylaştık. Onun dışındaki ufak tefek şeyleri saymıyorum ama özellikle aldığımız birşey bizce çok anlamlıydı. (Özellikle Elif için. Bu konudaki hassasiyeti düşünülürse...) Bir standda sokak köpekleri için birbirinden şirin kart postallar satılıyordu. Siyah beyaz kedi ve köpek fotoğrafları. Tabi geliri hayvanlar için kullanılıyor. Ama aldığımız kartlar doğruca Eskişehir’e gidecek, eskişehir Hayvanları Korunuma Derneğine(EHKD). Kimbilir belki EHKD’nin kermesi için başka sürprizler de gidebilir...
Bu arada heralde kermesde standlara yayılmış bütün o eşyalar, hediyelikler ve sanat eserlerinin içinde bir güzellik vardı ki kimsenin onu almaya parası yetmez. Hindistan standında canlı renklerle dokunmuş kumaşların üzerine yüzü koyun yatmış, elinde şahmaran bileziği ile yumuk yumuk elli, tatlı suratlı bir kız çocuğu. Alışveriş canavarları egolarını tadmin ededursunlar, o gürültüde ve kargaşada bu küçük, sevimli kız çocuğu sere serpe yatmış mışıl mışıl uyuyor. Dokunup uyandırmaya kıyamasak da fotoğraf almayı ihmal etmedik elbette.

Son olarak kermese gelip de uğramadan asla çıkmayacağımız salondaydı sıra. Her ülkenin kendi yemeklerini tanıttığı bölüm. Öznce tamamını turladık, T.C Büyükelçiliğinin standına öncelikle uğradık. Yazık ki sarmalar bitmişti bile ama acılı ezmeli ekmekler süperdi. Ellerinize sağlık arkadaşlar... ama değişik mutfak deneme arzumuz giderek kabarırken kararımızı Lübnan masasında kılaraktan tabaklarımızı doldurduk. Yemekler Moskova’daki Sultana restorandan geliyormuş. İyi bir yerden geldikleri zaten belliydi, gerçekten çok lezzetliydiler. Hele bir köfte yedik, bizim içli köftenin esmer bulgurla yapılmışı. Heralde bizim mutfağımıza çok yakın olduğu için olsa gerek, çok beğendik.

Sonunda bir kermes daha geride kaldı. Ama şu bir gerçek ki her yıl bir öncekinden daha pahalı oluyor standlar. Yine de bu kadar çok kültürü bir arada bulabileceğimiz tek yer olması bakımından bence kesinlikle gezilmesi gereken bir kermes. Eh tabi bir de hedefiniz olursa alışveriş de keyif oluyor. Ne yapalım artık bir yıl bekleyeceğiz yeni kermes için. Beklemek çok zor olmasa da...

10 Aralık 2007 Pazartesi

Kömürde Kestane

Akşamüstü hava karamaya başlamış, ortalık işlerinden eve dönmeye çalışan insanlarla dolmuş. Otobüs duraklarında uzun sıralar oluşmuş, havada kar kokusu var. Belli ki ya bu gece, en geç yarın sabah kar bastıracak. Belki okuldan dönüyorum, belki de indirim zamanı alışverişe gitmişiz annemle, paketleri yüklenmişiz, eve dönmeye çalışıyoruz. Otobüs sırasına girmiş beklerken o tanıdık koku geliyor burnuma, kış aylarının en sevdiğim yiyeceklerinden birisi, kömürde kestane...

Her ne kadar on yıldır Moskova’da yaşasam, bu şehri çok sevsem ve alışmış olsam da bazı alışkanlıklar var ki asla vazgeçilemiyor. Soğuk kış günlerinde kalın kabanlar üzerimizde, beremiz, atkımız eldivenlerimiz sıkı sıkı giyinmiş Tunalı’yı arşınlarken annemle, yanından geçtiğimiz kestaneciden yüz gram kestane almak gibi. Soğuktan ellerimiz donarken sıcacık kestanelerin elimizi yakmasını hissetme Eldiveni çıkarsanız sıcağından yiyemezsiniz, giyseniz kestaneyi ayıklayamazsınız, ama o ikilem arasında dişinizin kavuğuna bile girmeyen, asla yeterli gelmeyen, yarısı çürük olduğu için giderek azalan kestanelerin tadına varmak. Kestane kokusu ile karın yaklaştığını müjdeleyen havanın kokusunun birleşiminin, gezmekten yorgun düşen ayaklarımızın ağrısını unutturması. Otobüs geldiğinde önden binmeye çalışıp boş yer bulma çabası. Kese kağıdındaki kestaneler teker teker tükenirken, hiç bitmesin isterken, iki katlı halk otobüsünün Necatibey caddesinde sıralanmış ağaçlara vuran tavenının yıkırtılı sesi. Gece ışıkları altında aydınlanan tanıdık yollara başın cama yaslanmış bakarken göz kapaklarının ağırlaşıp o tatlı, geçici tavşan uykusuna dalış. Ara ara bir türlü birbirinden ayrılmak istemeyen o göz kapaklarını birbirinden ayırıp hangi durağa geldiğine bakma çabaları ve son olarak apar topar telaş içinde, hiçbir paket eksik olmasın diye defalarca ellerimizdekilere bakıp kendimizi otobüsden atışlarımız.

Kış mevsiminin Ankara’da olmazsa olmazlarından birisi daha, eşimle uğramadan dönmediğimiz bir başka lezzetli durağımız Akman pastanesi. Önce Yükseldeki Dost’a (Dost kitap evi) mutlaka uğranır, kitaplar, cd’ler ve tabi dergiler yüklenilir, ardından üşüyen vücudumuza Akman’dan bol tarçınlı salepler ikram edilir. Öyle sıcak gelir ki aslında biraz soğusa dersiniz ama bir türlü onun soğumasını bekleyemez, sabredemezsiniz. Anında tarçınlı üstü kaymak olur, ilk yudumu alır almaz sanki bütün iç organlarınız kavrulur ama o lezzet hiç bir şeye değişilmez o an. O salep neler neler yaptırır insana bir bilseniz. Moskova’ya ilk geleceğim zamandı ve “ Moskova’da salep yok. İçmeden şurdan şuraya gitmem” diye şımarık kız çocukları gibi tutturmamın ardından ilk gördüğümüz pastaneye girdiğimizi hatırlıyorum. Salebin içimi dışımı saran mis kokulu dumanı beni nasıl büyülediyse, eve dönene kadar o çok önemli eksiği bile farketmemiş olmama hala şaşarım doğrusu. İçinde pasaportlarımız ve uçak biletlerimizin olduğu kol çantam... Pastanenin sahibi beyi hala şükranla anarım, çünkü pasaport ve biletleri görünce özenle kasaya kilitlediği çantamı benim için saklamıştı.

İşte şu sıralar Moskova sokaklarında aklıma hep bunlar takılıyor. Sanırım Türkiye zamanım, dahası Ankara zamanım geldi çattı. Türkiye’ye gitmeme zaman az kalınca hep hissettiğim şeyler aslında. Ama işin garibi tatil biraz uzun sürse aynı hisleri bu defa Moskova için Ankara sokaklarında hissetmiyor muyum? Evden geç kalma telaşıyla kahvaltı bile etmeden çıkıp, metro yanındaki büfeden fırından yeni çıkmış peynirli sloyka alırkenki hislerim, ya da içimin titrediği bir anda metronun kapısından yüzüme vuran yumuşacık sıcaklık. Erken kararan kış günlerinde, eve gelir gelmez pencerenin önünde yediğim siyah böğürtlen reçellü tvarajok ya da sokakta düşmemek için penguenler gibi yürüyüp sonra da arkadaşlarla kendimizi attığımız kafelerden birinde içtiğimiz sıcak kakao. Dışarda lapa lapa kar yağarken, sıcacık Basco Cafe’nin penceresinden kızıl meydana karşı içilen yeşil çaylar.arkadaşıma giderken markete uğrayıp aldığım Medovik pastanın, bembeyaz Moskova’yı pencere kenarında seyrederken damağımızda bıraktığı tad. Bir restoranın salata menüsünden seçim yaparken yapılan klasik konuşma: “Niye Türkiye’de bu Ruslar!a ait leziz salatalara Amerikan Salatası derler ki ne alakası var?” Aslında sanırım Türkiye’de sadece askeri orduevleri ve benzeri yerlerde sadece o salataya hakkıyla Rus Salatası diyorlar.

Yani bu iş öyle tek taraflı bir olay değil benim için anlaşılan. Ne yardan geçerim ne serden hesabı. Ne Moskova’nın kış lezzetlerinden ne de Ankara’nın kış lezzetlerinden geçebiliyorum anlaşılan. Eh ne yazık ki Kömürde kestane ardından tvarajok yiyebileceğim ya da peynirli sloykaya salebi eşlik edebileceğim bir yer henüz yok ne Moskova’da ne Ankara’da. Bu durumda Moskova’dayken Ankara’yı, Ankara’dayken Moskovayı özlemeye devam. İşin sırrı da bu galiba, işin içine özlem girince herşey çok lezzetli oluveriyor...

Yeni yıl sevinci

Oğlumun rahatsızlığı nedeniyle bir süredir evden çıkamamıştım bir türlü. Bugün dışarıda biraz fazla kalınca, hava kararıp ışıklar yanınca, Moskova o tanıdık, ışıltılı yüzüyle içime tatlı bir sıcaklık yaydı. Aslında bir alışveriş merkezinde uzun süre dolanmış, ardından dışarı bile çıkmadan hemen alt geçittten metroya dalıvermiştim. Metrodan çıkıp da dolmuş durağına doğru yürürken başımı bir kaldırdım ki, Moskova pırıl pırıl ışıldıyor karanlıkta. Çünkü yeni yıla artık bir aydan az kaldı...

Tarihi binaların, tarihi olmayanların, hatta yenilerin bütün ön cephesi ışıl ışıl aydınlatılmış, meydanlara çam ağaçları dikilmiş, ağaçlarda ışıklar asılmış. Yeni yıl ruhu şimdiden Moskova semalarında. Bir çocuk gibi içimi hoş bir kıpırtı kapladı. Kim bilir bu güzel şehrin geri kalanı ne kadar güzeldir şimdi. Her yıl yaptığımız gibi çam ağacı avına çıkma zamanı geldi de çattı. Makinanın pillerini şarj edip, sıkı sıkı giyinip, şehrin en güzel meydanlarındaki en güzel ağaçların önünde fotoğraf çekme ve çektirme zamanı. Park pabedide büyük ihtimalle dev bir ağaç kurulmuştur. Acaba buzdan heykeller de var mıdır bir zamanlar yapıldığı gibi. Lubyanka meydanında Detski Mir’in karşısındakini de unutmamak gerek. Hazır Detski Mir demişken, içine de girmeyi unutmamak lazım. Heralde içerde de bir tane kurulmuş olur, hani şu orta merdivenlerden çıkar çıkmazki geniş alana. Geçen sene mavi süslemeler yapmışlardı, bakalım bu senenin rengi ne olacak... Atlı karınca da çalışıyordur, hafif müziği oyuncakların arasında dolaşırken. Tabi Petrovka Caddesine dikilen ağacın gösterişi de her yerde görülmeyecek cinste olur her zaman. Bazen içeri koyarlar ama geçen sene caddenin öünde yer almıştı. İçerde olduğu zaman daha keyifli oluyor doğrusu. Puşkin meydanı, Manejnaya Ploşad derken en gösterişli ağaç her zaman Gum alışveriş merkezinin ortasına kurulur. Bir sene swarovski taşları ile süslenmiş olan ağacı hiç unutamıyorum Gum’un ortasında. Işıl ışıl parlayan bir peri masalı ağacı gibiydi.

Bir de gösteriler başlar bu dönem. Çoğu çocuklara yönelik olur ve bazıları da buz gösterisidir. Masal karakterleri sahneleri doldurur, yılbaşı özel gösterileri sıra sıra afişlere çıkar. Alışveriş merkezinde dolaşırken girdiğiniz mağazalarda yeni yıl şarkıları çalmaya başlamıştır bile. Heryer yeşil, kırmızı renkleri ile süslenmeye başlanır. Hediyelik eğya mağazalarının ve ev dekorasyon mağazalarının vitrinlerini yılbaşı süsleri, çam ağaçları, ağaç süsleri ve birbirinden tonton noel babalar süslemeye başlamıştır. Çubuk şekerler, duvarlara asılan kırmızı çoraplar. En çok da Smolenskaya Pasajının giriş katına kurulan standı severim. Rengarenk çam ağaçları üzerine takılmış sanat eseri süsler. Değil dokunmaya bakmaya kıyamazsınız. En ince işle çalışılmış süsler genelde ya peri ya da melek figürleridir. Yanında kristal yıldızlar, pırıltılı toplar. Bir de hemen hemen her alışveriş merkezinde standı bulunan cam ağaç süsleri. Fiyatlarının yanına yanaşılmaz. Ahşap, içi kadife kaplı özel kutularda satılırlar ve kolleksiyonlıkturlar.

Biz de birbuçuk metrelik ufak çamımızı çıkarmaya karar verdik bugün çocuklarımızla. Ne swarovki kristaller ne de ahşap kutularda satılan cam süsler. Birkaç basit top ve tepeye taktığımız yıldızın dışında, tarçınlı kurabiyelerimizi birer süslü kurdele ile takacağız ağacımıza. Aslında sanırım o ağaçta ne süsler, ne kurabiyeler, ne yanıp sönen renkli ışıklar, ne de altına konan hediyeler bizi cezbeden. O çocuksu ve içimizi kıpır kıpır yapan, noel babaya hala inanıyormuş taklidi yapan çocuksu tarafımızın ortaya bir anda çıkıvermesi.

Aynen bu akşamüstü metrodan çıkıp da karşımda yükselen ışıklı ağacı gördüğümde olduğu gibi. O an tüm sorunlar, üzüntüler ve sıkıntılar uçuverdi o ağacın tepesinden gökyüzüne. Şimdi bir aya yakın bir süre o ışıkların ve pırıltıların tadını çıkarma zamanı. Moskova’da yılbaşı zamanı...

Hepimizin Babuşkası

Havalar soğuyup yerler buz tutunca ve Moskova kar rengiyle boyanınca aklıma hep bu anım gelir. Geçenlerde havanın çok soğuk olmadığı ama durmaksızın kar yağdığı bir gün evden telaşla çıkıverdim ve sık sık yaptığım hatayı tekrar ettim. Soğuk havaya ilk geçişte, henüz şapka, eldiven takmaya adapte olamamışken hep yaptığım hatayı. Beremi evde unuttum.

Otobüs durağına vardığımda hatırlamıştım ama hem acelem vardı hem de üşendim, zaten hava da yumuşaktı ve eve dönmeye üşendim. Tabi hata yaptığımı günün ilerleyen saatlerinde de anladım. Giderek sertleşen hava, sabah lapa lapa yağan karın öğleden sonra rüzgar etkisiyle iğne etkisi yapan hissi ve kulaklarımda dayanılmaz bir ağrı. Kaç defa metro altlarındaki satıcılardan eldiven ve şapka aldım hatırlamıyorum. Hepsi de şapkamı, eldivenimi evde unuttuğum ve bir süre sonra donarak mecburen aldığım şeyler. Yine de akıllanmaz bir yanım var demek ki hemen hemen her yıl bunu tekrar ediyorum. İşte aklıma gelen anım da bu beremi evde unuttuğum günlerden birinde olmuştu.

Moskova’ya geleli daha bir yıl ya oldu ya olmadı, ben yapacak işler ararken kendime sonunda Uluslararası Kadınlar Kulübünün açtığı Rusça konuşma grubuna başladım. Kursu veren bayan şehre hayli uzak bir yerde yaşıyordu. Gri hattın en kuzeyinde, Otradnoe metro istasyonuna oldukça yakındı evi. Her seferinde olduğu gibi ben yine geç kalıcam telaşı ile şapkasız fırlamışım sokağa. O sene oldukça sert bir kış geçirdi Moskova ve aslında eskiden kış hep sertti burada. Kapşonumu kafama çekip metroya yürürken, ince kapşonun aslında pek de tutmadığı kulaklarım sızlamaya başlamıştı. Sonunda kendimi metroya atıp uzun yolun ardından varmıştım Otradnoe’ye. Ders bitmiş metroya geri dönerken, hafif ısınmışlığın rahatlığı ama daha çok metronun yakın olmasının verdiği rahatlıkla kapşonumu kapamadım. İşte o an karşımda durmuş bana bas bas bağıran yaşlı mı yaşlı babuşkayı hiç unutmuyorum. “Ah teyzecim ben senin ne dediğini anlayacak kadar Rusça bilsem ne işim var taaa buralarda...” teyze hiç durmadan söylendi. Arada seçebildiğim birkaç tanıdık sözcük ise bana hiçbirşey ifade etmedi doğrusu. Yanından yürüyüp gitsem peşimden koşar mı acaba...

Derken derdi anlaşıldı teyzenin. Önce birkaç saniye sessizlik ve hızlı, bir o kadar da sinirli bir el hareketi ile kapşonumu kavradığı gibi başıma geçirdi. Ben şokun etkisinden çıkamamış, hala neler olduğunu anlayamaz bir şekilde bakarken, yanımdaki arkadaşım başın açık diye fırça yedin demez mi... Halime gülsem mi, ağlasam mı yoksa aslında sadece karşısındaki insanın iyiliğini düşünen bu teyzeciğe kızsam mı?

Elbette gülümseyip Rusça anlamadığımızı ifade eden kelimelr bulmaya çalıştık ama nafile. Teyze de bizi hiç anlamıyor elbette. Ardından kafasını sallaya sallaya yürüdü gitti yanımızdan. Birkaç adım sonra dönüp bir bakış attı. Kim bilir belki de kapşonu geri açıp açmadığımı kontrol etti. İşte o gün bir gerçeğin farkına vardım ben o dar, buzlu sokakta. Rusya’da babuşkalar bile hepimizin. Ne kadar ters olurlarsa olsunlar, konşurken dövecek gibi görünürlerse görünsünler onlar herkesi düşünen tecrübeli ve geniş gönüllü insanlar.

Ama ne yazık ki o babuşka benim gibi akıllanmaz birine denk geldi. Acaba hala şapkamı evde unuttuğumu öğrense bana ne derdi? Heralde yine bana kızar, sinirle kafama birşey geçirirdi. Ya da ometroda giderken tutunmuyorum diye beni kenardaki demirlere doğru ittirir, etrafta bira içip taşkınlık yapan gençlere nasihatlar verirdi. Aslında o buruşuk yüzlü, asabi bakışlı babuşkalara ne kadar çok ihtiyacımız var hayatta. İnsan kendi öz babuşkasından ayrı kalınca anlıyor işte...